Karadağ karşısında aldığımız sonuç, Türk futbolunun içinde bulunduğu durumu bir kez daha sorgulamamıza sebep oluyor. Grup sonuncusuna karşı sahada mücadele edememek, onların ilk 3 puanını bize karşı almalarına izin vermek, kabul edilebilir bir durum değil. Bu sonuç, yalnızca bir mağlubiyet değil; aynı zamanda Türk futbolunun sahadaki ve zihinlerdeki eksikliklerini, köklü bir şekilde değişmesi gereken yapısını gözler önüne seriyor. Bugün hâlâ aynı sorunları konuşuyoruz: zemin, hava şartları, rakibin sert oyunu… Ancak gerçek problem, saha dışında ve bizim kafalarımızda gizli.
Bu tür maçlar, taktik veya analiz gerektiren maçlar değildir. Bunlar, “çık oyna ve kazan” anlayışının sahada hayat bulduğu karşılaşmalardır. Ancak bizim futbolcularımız, sahaya çıktığında bunun farkında değil gibi davranıyor. Karadağ gibi grubun son sırasında yer alan bir takım, bizi alt edip 3 puanı hanesine yazdırabiliyorsa, burada büyük bir problem var demektir. Çünkü rakibin adı ne olursa olsun, sahada mücadele ruhunu ve kazanma arzusunu göstermezsen, o rakip seni yener. Biz bunu anlamıyoruz, anlamak istemiyoruz. Karşımızdaki takımı küçümseyip, “mahallenin takımı” diye dalga geçtiğimiz bir günde, o takım bizi yıkıyor. Bu utancı yaşamak kolay değil, ama asıl utanç bunu sürekli tekrarlamakta.
Futbol yalnızca sahada oynanan bir oyun değil, bir milletin onuru, hayalleri ve inançlarıdır. Bugün milyonlarca insan bu takımı destekliyorsa, sadece futbol izlemek için değil, o sahada bir şeyler görmek için izliyor: Mücadele, haysiyet ve formaya duyulan bağlılık. Ama ne yazık ki bu değerleri her maçta sahada göremiyoruz. Sahada mücadele etmek bir yana, sahaya doğru mentaliteyle çıkamayan bir ekibin başarısızlıkları, artık bizi utandırmıyor bile. Ancak bu durumu normalleştirmek en büyük tehlikedir.
Bugün -20 derecede inşaatta çalışan, evine ekmek götürmek için mücadele eden bir babayı düşünün. O adam, akşam eve geldiğinde tek bir hayali vardır: Ailesiyle birlikte televizyonun karşısına geçip, milli takımı izlemek ve bir galibiyetin mutluluğunu yaşamak. Ama sahada bu hayali yıkarsanız, sadece bir maç kaybetmiş olmazsınız. Aynı zamanda o insanın hayallerini ve inancını da kaybetmesine sebep olursunuz. İşte futbolculuk, yalnızca yetenekle değil, bu sorumluluğu taşıyabilmekle de ilgilidir. O formayı giyiyorsan, her şeyini sahada bırakacaksın. Yoksa o formanın ağırlığını taşıyamazsın.
Sürekli aynı bahaneleri sıralıyoruz: hava şartları, zemin, rakibin sertliği… Ama artık bu bahanelerin arkasına sığınamayız. Çünkü gerçekler çok daha net: Karadağ futbolcuları da aynı sahada oynuyor, aynı zemin ve hava şartlarında mücadele ediyor. Peki, neden onlar bizden daha iyi mücadele edebiliyor? Çünkü onlar sahaya “kaybedecek bir şeyim yok” düşüncesiyle çıkıyorlar. Kendilerini küçümseyen bir rakibe karşı savaşmanın motivasyonunu yaşıyorlar. Bizim futbolcularımız ise tam tersi, sahaya “nasıl olsa kazanırız” rehavetiyle çıkıyor. İşte bu zihniyet farkı, skora yansıyor.
Ben bunu kabul edemem. Türk futbolcusunun sahada bu kadar etkisiz kalmasını, mücadeleden uzak bir oyun sergilemesini kabul edemem. Futbol sahada oynanır, mücadele edilerek kazanılır. Ama biz hâlâ bahanelerin arkasına sığınıyor, mücadele etmeden kazanmayı hayal ediyoruz. Oysa rakip kim olursa olsun, her maça aynı ciddiyetle çıkmak zorundayız. Çünkü futbol, sadece yetenek işi değil; ruh, inanç ve kararlılıkla kazanılan bir oyundur.
Bugün biz Karadağ gibi bir takıma yeniliyorsak, sadece 3 puan kaybetmiyoruz. Aynı zamanda milyonların inancını ve desteğini kaybediyoruz. Futbolculuk, yalnızca sahada top koşturmak değil, bir milletin gururunu ve hayallerini temsil etmektir. Eğer bunu başaramıyorsan, o formayı giymemelisin. Çünkü bu formayı giymek, sadece bir görev değil, aynı zamanda bir sorumluluktur. Sahada koşmayan, mücadele etmeyen, formasını terletmeyen bir oyuncunun bu sorumluluğu taşıması mümkün değildir.
Biz artık bu mağlubiyetlerden ders çıkarmalıyız. Mentalitemizi değiştirmeden, futbolcularımıza sorumluluk bilincini aşılamadan bir adım ileriye gidemeyiz. Bu mağlubiyet bir dönüm noktası olmalı. Çünkü Türk futbolunun geleceği, bu zihniyet değişikliğine bağlı. Artık sahada koşan, savaşan, mücadele eden ve formasını hakkıyla taşıyan bir takım görmek istiyoruz. Bu milletin umudu ve inancı buna bağlı. O yüzden bu tür mağlubiyetleri artık bir daha yaşamamak için gereken değişimi yapmamız gerekiyor. Şimdi değilse ne zaman?
Birçoğunuz belki de diyeceksiniz ki, "Ya Faruk, niye böyle konuşuyorsun?" Ancak burada size anlatmak istediğim bir gerçek var. Ben bu noktaya bir anda gelmedim. Sporun en alt kategorisinden, altyapıdan başladım. Bir zamanlar yeşil sahalarda ter döken bir futbolcuydum. O dönemlerde sahaya her çıkışımda içimdeki azimle oynadım. Zamanla yalnızca sahada olmanın değil, aynı zamanda sporun arka planında yer almanın da önemini kavradım.
Sadece futbol oynamakla yetinmedim, kendimi geliştirmek için yurt dışında birçok üst düzey takımda yöneticilik yaptım. Sporun evrensel bir dil olduğunu gördüm. Futbolun yanında voleyboldan hentbola, tekvandodan birçok farklı branşa kadar görev aldım. Her branşta yeni şeyler öğrendim, yeni insanlar tanıdım. İyi bir yöneticinin yalnızca sahada değil, ofiste de sporun ruhunu yaşatması gerektiğini anladım.
Bugün geriye dönüp baktığımda görüyorum ki hepimizin ortak bir hedefi var: galibiyet. Ancak galibiyet yalnızca bir maçın skoru değil. Gerçek galibiyet, sporcuyu doğru bir şekilde yetiştirebilmek, ona disiplin, ahlak ve mücadele ruhu kazandırabilmek. Ülkemiz adına nitelikli sporcular yetiştirmek ve bu sporcuları uluslararası arenada göğsümüzü kabartacak şekilde temsil etmek... İşte asıl mücadelemiz bu.
Unutmayalım ki spor sadece fiziksel bir aktivite değil, aynı zamanda topluma hizmetin bir parçasıdır. Sporla uğraşan bireyler, hayatlarının her alanında daha disiplinli, daha azimli ve daha etik bir duruş sergiler. İşte biz yöneticiler olarak üzerimize düşen görev, bu değerleri aşılamak ve sporun güzelliklerini her yaştan insana ulaştırmaktır.
Her zaman söylediğim bir şey var: Spor, bir toplumun aynasıdır. Eğer biz sporcularımızı doğru bir şekilde yetiştirebilirsek, hem saha içinde hem saha dışında başarılar elde edebiliriz. Bu başarılar, yalnızca bireysel başarılar olarak kalmaz; toplumsal kalkınmanın da bir parçası haline gelir. Bu yüzden, görev yaptığım her branşta ve her görevde bu anlayışla hareket ettim.
Sonuç olarak, spor benim için bir meslek değil, bir yaşam biçimi. Kazandığımız her başarı, yetiştirdiğimiz her sporcu, verdiğimiz her mücadele ülkemize hizmetin bir parçasıdır. Ve şunu unutmayın: Her birey kendi alanında sporun bir temsilcisidir. Hepimiz, ülkemiz için daha iyi bir gelecek oluşturma sorumluluğunu taşırız.
Evet, belki "Ya Faruk, niye böyle konuşuyorsun?" diye soranlarınız olabilir. Ama benim tek bir cevabım var: Çünkü spor, hayatıma anlam katan en büyük değerlerden biri.